Sayın Yetkili,
Ekim 2010 tarihinden itibaren doçentlik başvuru koşullarını değiştirdiniz. Ben, kendi alanımda (iktisat-işletme) yapılan değişiklikleri çok olumlu bulduğumu söylemek isterim.
Türkiye’de bu alanda yeterince yayın yapılmaktadır. Sorun yayınların kalitesi ile ilişkilidir. Bundan sonra bir doçentten ya da profesörden sadece kendi okulunda çıkan ve ahbap çavuş ilişkileri ile yayınlatılan makalelerden ya da sadece doçentlik sınavından geçmek amacıyla çala kalem yazılmış kitaplardan fazlasını beklemek vergi verenlerin hakkıdır. Türkiye Cumhuriyeti bunun için yeterli insan potansiyeline sahiptir. Yakın gelecekte bu çıtanın daha da yukarılara çekilmesi kaçınılmazdır.
Ancak –maalesef- ülkemizde hala bir kısım akademisyen, bir akademisyenin yabancı dil bilip bilmememsi gereğini bile tartışmaktadırlar. Öğrencileri kadar dahi yabancı dil bilmeden ‘Hoca’ olmaya soyunan bu grup, çalışıp yabancı dil öğrenmektense, daha kolay bir yöntem olan, siyasilere baskı yapıp çıtayı düşürme eğilimindedirler. Nitekim geçmişte bu grup yaptığı lobi faaliyetinde başarılı olmuş ve maalesef yabancı dil barajını ‘bir defaya mahsus’ düşürmeyi başarmışlardır.
Şimdi de benzeri bir grup mevcut yeni kriterleri nasıl sulandırırız ya da geriye çektiririz hesabı yapmaktadır. Bazı üniversiteler kendi atama ve yükseltme yönetmeliklerinde profesörlüğe yükseltilmek için gerekli olan ‘doçentlik kriterlerini yeniden tutturma’ koşulunu değiştirmek için kolları sıvamış bulunmaktadırlar.
Kanaatimce, şimdi yapılması gereken, yaptığınız değişikliğin arkasında kararlılıkla durmak, siyasetçilerden gelebilecek baskılara karşı eğilip bükülmemektir. Sadece doçentlik kriterlerinde değil, özellikle çok sayıda profesörün bulunduğu batıdaki kamu üniversitelerinde profesörlüğe yükseltilmek için ‘doçentlik kriterlerini yeniden tutturma’ koşulu korunmalı, bu koşulun olmadığı üniversitelere bu koşul getirilmelidir.
İkinci olarak, yabancı dil barajı doçentlikten doktora öncesine çekilmelidir. Beğensek de beğenmesek de bugün akademik camianın dili İngilizce’dir. Ancak ülkemizde literatürü takip edecek düzeyde yabancı dile sahip olmadan ‘Doktor’ unvanını almak mümkün olmaktadır. Doktora derecesini elde edene kadar doğru düzgün yabancı dil öğrenememiş bir kişinin ondan sonra bir yabancı dil öğrenebilmeleri mümkün olmamaktadır. Bu nedenle doçentlikte talep edilen yabancı dil barajının doktora başvurularına çekilmesi ve doktor adaylarının belirli bir yabancı dil seviyesine sahip olması garanti altına alınmalıdır.
Üçüncü olarak, doçentlik sınavı girecek jüri adaylarının kendilerinin doçentlik kriterlerini sağlamış olmaları şartı aranmalıdır. Aksi takdirde jürinin meşruluğu sorunu doğmaktadır. Ayrıca, bu jürilere giren profesörlere harcadıkları emeğin karşılığı olarak –TÜBİTAK proje değerlendirme jürilerinde olduğu gibi- maddi bir getiri sağlanmalıdır.
Dördüncü olarak yeni kriterlere göre doçent ya da profesör ya da doçent olanlara sembolik de olsa ilave bir ödeme yapılmalıdır. Hatta mümkünse performansa dayalı bir ücret sistemine geçilmelidir.
İyi çalışmalar dileğiyle….
Murat Çokgezen
3 Yorum
çok güzel bir yazı…
ayrıca “Üçüncü olarak, doçentlik sınavı girecek jüri adaylarının kendilerinin doçentlik kriterlerini sağlamış olmaları şartı aranmalıdır. Aksi takdirde jürinin meşruluğu sorunu doğmaktadır. Ayrıca, bu jürilere giren profesörlere harcadıkları emeğin karşılığı olarak –TÜBİTAK proje değerlendirme jürilerinde olduğu gibi- maddi bir getiri sağlanmalıdır.” kısmına da aynen katılıyorum.
Anlaşılan, herkes kendi açısından bir değerlendirme yapıyor. Akademik yayın yapabilecek kadar İngilizce bilmek, elbettteki Tıp, Mühendislik vs gibi bazı alanlarda geçerli olabilir. Ancak İlahiyat, Edebiyat vs gibi İngilizce ile direkt ilgisi olmayan branşlarda yüksek düzeyde İngilizce şart olmamalı.
Ayrıca, bu eleştiriyi yapan arkadaşın, anlaşılan İngilizce konususnda problemi yok. Ama, aynı şeyi Türkçe’si için söyleyemeyez. Nitekim bu kadar kısa bir metinde bile 4-5 imla hatası ve hatta cümmle düşüklüğü mevcut. İşte asıl sorunlarımızdan biri de bu. İngilizce biliyoruz ama Türkçe bilmiyoruz.
Bir diğer sorun, jürilerin objektif olmaması. 2-3 yayını olan bir aday bile doçent olabiliyor ama, 30-40 yayını olan aday doçent olamiyor. Çünkü, bizim ülkemizde batıda olduğu gibi her akademik yayın için tanımlanmış bir puan sistemi yok. A grubu hakemli dergilerde yayımlanmış ve atıf almış onlarca makaleyi bile jüri üyeleri beğenmeyebiliyor. Asıl sorun burada. Yani her şey subjektif ve tamamen insan faktörüne bağlı. Esas bu sistem düzeltilmeli.
zeki baykara bey bir akdemistenin nasıl olması gerektigi konusunda bir fikre sahip degil. aslında buna sasırmıyorum cunku muhtemelen hayatında dogru duzgun bir akademisyen gormemis. Bu yuzden de dogru duzgun bir yabancı dil bilmeden de edebiyet ya da ilahiyat profesörü olunabilecegini dusunuyor.
kendisine hatırlatmak isterim ki:
1- bilim evrenseldir. bu yuzden bir bilimadamının bir konu uzerinde calısırken ‘bu konuda baskaları ne demiş?’ diye bakması gerekir. Ki kendi yazdıklarının digerlerinin yazdıklarından farkını soyleyebilsin. BU durumda yabancı dil bilmeyen bir ilahiyatçı pakistanlı, mısırlı ya da ABD’li meslektaslarının ilgili konuda ne soylediklerini nereden bilecek? Yazdıklarını diger meslekdaslarıyla nasıl paylasacak?
2- kendi alanı dısında, dunyada olup bitenleri nasıl takip edecek? Oğrencilerini bunlardan nasıl haberdar edecek?
Baykara Bey bilerek ya da bilmeyerek akademik camiadaki statükonun devamını talep ediyor. Akademisyenler içlerine kapalı olsunlar, dunya ile temas etmesinler ve korler ile sagırlar birbirini ağırlasın.
Bu gorus karsısında ‘İnsallah akademik camiayı yönetmek ve yönlendirmek ile ilgili birimler aynı fikirde degildir’ demekten baska soyleyecek bir sey yok.